CUTE ROUTE: Hatay
Cute Route Serisi'nin bu bölümü güzel vatanın en kıymetli topraklarından birine ithaf edildi. Tarihi binlerce yıl öncesine uzanan ve tam anlamıyla bir kültür mozaiği olan, ikinci memleketim Antakya'dan bahsediyorum. Sevgili eşimin memleketi olan Antakya'ya giderken pek meşhur eski güzelliklerini göremeyeceğimin gayet farkındaydım. Yine de bir yanımız buruk gezdik şehri. Bildiğimiz şeyler yerli yerinde değildi çünkü artık. Gelin başından sonuna beraber atalım bu turu.
Tek Başına Bir Cumhuriyet: Hatay
Torosların yanı başında tüm güzelliğiyle boylu boyunca uzanan Akdeniz rotasının en merak ettiğim noktasıydı Hatay. Eşimin köklerinin gömülü olduğu bu şehrin her yerini arşınlamak, tanımak ve tanışmak istiyordum. Biz karayolu ile gitmeyi istedik bu coğrafyaya ki Toroslar boyunca uzayıp giden dağ yollarından geçip yeni yerler de görebilelim.
Kısa Bir Tarihçe
Hatay, tarih boyunca birçok uygarlığın yaşadığı, dinlerin ve kültürlerin iç içe geçtiği kadim bir toprak. Büyük İskender'in generallerinden Seleukos Nikator'un kurduğu Antiochia ili Roma döneminde dünyanın en parlak şehirlerinden biri olmuş. İmparatorlar, din adamları ve tüccarlar bu bereketli topraklardan gelip geçmiş hatta tarihte Hristiyanlık adı ilk kez burada telaffuz edilmiş.
Bizans'tan Araplara, Haçlılardan Memlüklere yüzyıllar boyunca el değiştiren bu topraklar 1516 yılında Yavuz Sultan Selim ile Osmanlı topraklarına katılmış ve Halep Eyaleti'ne bağlı bu sancak, tam dört asır boyunca imparatorluğun Doğu Kapısı olmuş.
I. Dünya Savaşı sonrasında Lozan Antlaşması ile Fransız mandası altındaki Suriye'ye bırakılsa da gururlu halkının güçlü iradesiyle Halk Meclisi toplanarak 2 Eylül 1938 yılında bağımsız Hatay Cumhuriyeti'ni ilan etmiş, Tayfur Sökmen Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş.
Mustafa Kemal Atatürk, Hatay'ı Fransız toprağı olarak görmek istemiyor ve o çok meşhur sözünü tam da bu süreç devam ederken söylüyor: "Hatay, benim şahsi meselemdir."
29 Haziran 1939 tarihinde yapılan referandum ile Hatay Devlet Meclisi oy birliği ile Türkiye Cumhuriyeti'ne katılma kararı almış. Bu coğrafyayı arşınladıkça Atatürk'ün Hatay ısrarını çok iyi anladım.
Hatay'ın Adı Nereden Geliyor?
Hatay adı, şehir henüz Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmadan önce Mustafa Kemal Atatürk tarafından önerilmiş. Bu bölge ve çevresi, binlerce yıl öncesinde Hititlerin eviydi. Anlam olarak 'Hattilerin Yurdu' veya 'Hitit Ülkesi! olarak yorumlanan Hatay ismi kabul edildi. Tabii bu yazılı kaynakların bize aktardığı lakin efsane olarak anlatılagelen başka söylentiler de var. Ben bu ezoterik kısmı içten içe daha çok seviyorum sanırım. O yüzden paylaşmadan geçemeyeceğim.
Bir deyişe göre ley hattı olarak bilinen enerji merkezleri Hatay'dan geçiyor. Bazı araştırmacılar Hatay'ın Orta Doğu'daki ley hatlarının kavşak noktası olduğunu söyler ve bu inancı şehrin kritik birkaç noktası ile destekliyor. Dünyanın ilk kaya kiliselerinden biri olan St.Pierre Kilisesi 'enerji merkezi', Habib-i Neccar Dağı ve civarındaki eski tapınak kalıntıları pagan dönemlerinden beri 'kutsal tepe', Amik Ovası ise ilişkili olduğu manyetik hareketlerle ilişkilendirildiğinden 'kutsal' olarak kabul görüyor. Ezoterik anlatılara göre buradan geçen hatlardan biri Kudüs'e, diğeri Kapadokya'ya, bir diğeri de Akdeniz vasıtasıyla Mısır Piramitleri'ne uzanıyor. Bu sebeple Hatay'ın, dünyanın kalp çakralarından biri olduğuna dair kuvvetli bir inanış vardır.
Bir diğer söylenti -ki bu benim hakkında uzun uzadıya araştırma yaptığım da bir konu- Nicola Tesla'nın 1928'de Mustafa Kemal Atatürk ile Hatay hususunda görüştüğüne dairdir. Bu söylentiye göre Tesla, Atatürk ile ley hatlarının koordinatlarını paylaşmış ve Hatay'dan geçen ay hattından bahsetmiş. Hatta Titus mağarasının bir yıldız geçidi olduğunu söylemiş ve "Hatay'ı mutlaka tutun." demiş. Rivayete göre Atatürk, ay hattından yola çıkarak Hatay adını önermiş.
Öyle bir varlık sahası ki ezoterik anlatıları bile insanı meraklara sürüklüyor.
Antakya
Hatay on beş ilçeden oluşan bir il; merkezi ise Antakya. Şehrin tam ortasından geçen Asi Nehri (Orontes), Antakya'yı hem iki yakaya bölüyor hem de sıra dışı bir güzellik katıyor. İlkokul yıllarından hatırladığım belli belirsiz bilgiyle, debisinin çok yükselmesi ve zaman zaman taşması sebebiyle asi denmemiş bu nehre. Tıpkı Nil Nehri gibi ters akış yönüne sahip olmasından geliyormuş adı.
Tarih boyunca yedi kez çok büyük depremlerle yıkılıp her seferinde küllerinden yeniden doğmuş bu nehrinin de adıyla müsemma asi şehir.
Burası öyle bir şehirmiş ki ezan sesi ile çan sesi birbirine karışır; müslümanı, hristiyanı, ermenisi, süryanisi kol kola gezermiş. Boşuna değil Medeniyetler Şehri denmesi, hem tarihi hem de kültürel hafızası düşünüldüğünde. Hemen aşağıya eklediğim bu fotoğraf, hemen hepimizin akıllarında yer etmiş bir görsel ve Antakya'nın tek karelik özeti.
Bu manzara artık yokmuş ne yazık ki çünkü depremde hem bu yapılar hem de şehrin simgesi pek çok yapı ağır hasar aldı. Habib-i Neccar Camii, Maronit Katolik Kilisesi, Rum Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi ve Sinagog gibi yapıların kullanılamaz hale geldiğinden dünya gözüyle göremedim ne yazık ki. Üstelik göremediklerim sadece bunlar değil o canım Uzun Çarşı'yı, Eski Antakya Evleri'ni, Tarihi Belediye Binası'nı ve hatta Arkeoloji Müzesi'ni de göremedim. Tarihi bir öneme sahip Kurtuluş Caddesi'nde ayakta kalabilen tek tük yapı var. Onlar da restorasyonda.
Kurtuluş Caddesi, dünyada aydınlatılan ilk cadde olması bakımından tarihi bir öneme sahiptir. M.S. I. yüzyılda Roma İmparatoru Caligula ve İmparator Herod döneminde yapılan düzenlemelerle, cadde baştan sona bronz kandillerle aydınlatılmış.
Hâl böyle olunca Antakya'nın ayakta kalan yapılarını, varlığını sürdüren yerlerini görebildim. O yüzden görebildiğim yerleri anlatacağım.
Affan Kahvesi, Kurtuluş Caddesi'ndeki tarihi mekanlardan biriydi. Ama bu seyahatte yeni yerinde yeniden faaliyette olduğunu duyunca hemen ziyaret ettik ve nev-i şahsına münhasır lezzeti Haytalı'yı denedik. Haytalı'nın üzerine okkalı da bir Anteke kahvesi içmeden olmaz elbette.
Antakya Kalesi, manzarası ile beni büyüleyen bir durak oldu. Şehre bu kadar yüksekten bakınca uzaklarda bir yerlerde kule vinçleri ve şehrin üzerine çökmüş pus tabakasını görmek derinlerde bir yerde üzse de şehrin geri kalanına bu kadar yüksekten bakabildiğim için şükran doluydum.
Antakya Kalesi, manzarası ile beni büyüleyen bir durak oldu. Şehre bu kadar yüksekten bakınca uzaklarda bir yerlerde kule vinçleri ve şehrin üzerine çökmüş pus tabakasını görmek derinlerde bir yerde üzse de şehrin geri kalanına bu kadar yüksekten bakabildiğim için şükran doluydum.
St.Pierre Kilisesi beni büyüleyen bir başka durak oldu. Aziz Petrus Kilisesi olarak da bilinen bu yapı doğal bir kaya mağarasının içine oyulmuş nadir kiliselerden biri olma özelliğine sahip. Burası yalnızca Antakya'nın değil tüm Hristiyanlık tarihinin en kutsal mekanı aynı zamanda.
Kilisenin tarihi Hristiyanlığın ilk doğduğu dönem olan I. yüzyıla dayanıyor. İsa'nın havarilerinden Aziz Petrus, Antakya'da Hristiyanlığı tebliğ ettiği zamanlarda ibadet için bu kiliseyi kullanmış. Hristiyan kelimesi ilk kez burada kullanılmış ve Hristiyanların ilk toplu ibadeti burada yapılmış. Günümüzde hâl'a her yıl 29 Haziran'da Aziz Petrus ve Pavlus Günü'nde dünyanın dört bir yanından Hristiyanlar hac görevini yerine getirmek için bu kiliseyi ziyaret ediyor.
Gelelim Antakya'nın ve -hatta bence- Türkiye'nin en sıra dışı yapısına; Müze Otel. Şehrin kalbinde yer alan bu yapının hikayesi de mimarisi gibi hayli ilginç.
Antakyalı Asfuroğlu ailesi şehre büyük bir turizm tesisi kazandırmak için otel yapmak amacıyla bir tır garajı satın almış. 2009 yılında otelin inşaatına başlanmış ancak henüz ilk kazılar yapılırken duvar kalıntıları ve mozaikler çıkmaya başlamış. Hâl böyle olunca inşaat hemen durdurulmuş ve alan kazı alanına dönüştürülmüş. St. Pierre Kilisesi'ne yakın konumu da düşünülünce toprak altından çıkanlara şaşırmak da yersiz kalıyor. 1050 metrekarelik, dünyanın en büyük, tek parça yer mozaiği gün yüzüne çıkmış önce. Sonrasında da Roma, Bizans, Helenistik ve Erken İslamî dönemlerine ait yapılar çıkmış. Deyim yerindeyse katman katman tarih çıkmış gün yüzüne.
Asfuroğlu ailesi daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak bir proje geliştirmiş ve otel planı radikal biçimde yeniden tasarlanmış. Zemindeki tarihi dokular hiçbir şekilde zarar görmeden, kalıntıların üzerine değil; üzerinden yüksel bir otele dönüştürülmüş. 2019 yılında, Eyfel Kulesi'nde kullanılanın iki katı çelik kullanılarak tüm yapı altmış altı özel çelik kolon üzerine asılarak inşa ediliyor. Ziyaret saatleri içinde herkesin ziyaretine açık müzenin yanı sıra bu ilginç yapı içinde farklı kafe ve restoranlara da yer ayrılmış. Odaları son derece şık ve konforlu. Müze Otel, hali hazırda tasarım ve sürdürülebilirlik ödülleri kazanmış olsa da bana göre çok daha fazla bilinir olmalı. Böylesine muazzam bir mimari yapının ve kadim tarihin, dünya çapında çok daha bilinir olmasını ümit ediyorum.
Defne
Şimdi biraz da Hatay'ın diğer ilçelerine yolculuk edeceğiz. İlk durağımız Defne. Önce biraz Defne'nin mitolojik öyküsünden bahsetmek isterim.
Antik çağlarda, bugünkü Harbiye'nin kurulu olduğu alan, antik Daphne Vadisi olarak biliniyormuş. Yunan mitolojisine göre güzelliğiyle tanınan su perisi Daphne yaşarmış. Bir gün tanrı Apollon, kibirli davranışlarıyla aşk tanrısı Eros'u kızdırmış. Eros da intikam için iki ok çıkarmış. Biri altın olan bu ok vurduğu kişiye aşkı getirir; diğeri kurşun olan ok ise vurduğu kişiye aşka karşı tiksinti verirmiş. Eros altın oku Apollon'a, kurşun oku ise Daphne'ye fırlatmış. Apollon Daphne'ye deli gibi aşık olurken Daphne tam tersine Apollon'dan nefret etmiş.
Lakin Apollon, Daphne'nin peşini bırakmamış. Daphne kaçmış kaçmış, ormanın en derinine kadar kaçmış. Sonunda yorulup babasına "Beni ondan kurtar!" diye yalvarınca bu duası kabul olmuş. Toprak ayaklarını yutmuş, vücudu kabuk bağlamış ve nihayetinde kolları kabuklara; defne ağacına dönüşmüş. İşte bu yüzden defne yaprağı, antik çağlardan beri zafer, bilgelik ve asaletin simgesi olmuş. Ve Harbiye, bu efsanenin geçtiği yer olarak, binlerce yıldır Daphne Vadisi diye anılıyor.
Harbiye şelaleleri arasında gezinirken mis gibi baharatlar, defne sabunları, Antakya taşından yapılmış figürler ve yerel hediyelikler satan dükkanları mutlaka ziyaret edin. Suyun boyunda sıralanmış restoranların birinde yemek molası verip Antakya'nın meşhur yemeği acısıyla meşhur Harbiye dürümü yemeden yolunuza devam etmeyin. Meşhur Antakya ipeğinden elbiselerin, şalların ve aksesuarların satıldığı mağazalara da göz atmak isteyebilirsiniz.
Samandağ
Bir sonraki durağımız Musa Ağacı oldu. Bu yüzden keyifli, uzun ve virajlı bir yolu hiçbir detayı kaçırmamaya çalışarak aldık. Önce Musa Dağı'nın eteklerinde yer alan, Türkiye'nin tek Ermeni köyü Vakıflı Köyü'nden geçtik. 1800'lü yıllardan beri ayakta kalan Surp Asdvadzadzin diğer adıyla Meryem Ana Ermeni Kilisesi'ni ve kiliseye bağlı kooperatifi gördük. Az nüfuslu bu köy, son derece derli toplu, cemaati birbirine bağlı çok tatlı bir yol üzeri durağı.
Bir sonraki ve nihai durağımız olan Samandağ'ın Hıdırbey Köyü'ne vardık nihayet. Kıvrıla kıvrıla geçtiğim yolların sonunun böylesine güzel bir atmosfere açılmasını beklemiyordum, itiraf edeyim. Sayfiye yeri canlılığında olan bu bölgede ilk işimiz leziz bir gözleme yemek oldu yerel tezgahlardan birinde. Ve soluğu Musa Ağacı'nda aldık.
Rivayete göre Hz.Musa, Mısır'dan çıktığında halkıyla birlikte bugünkü Samandağ/Hıdırbey bölgesine gelmiş. O dönemde bu bölge verimli, yemyeşil bir vadi, Asi Nehri'nin kollarıyla beslenen verimli topraklarmış. Musa, susuzluktan bitkin düşen halkı için Tanrı'ya dua edip ve asasını toprağa saplamış. O asa, mucizevi biçimde yeşerip, dallar verir ve yapraklanmış. O asadan doğan ağaç bugün Musa Ağacı olarak bilinir. Hemen karşısındaki çeşmeden akan sudan eğilip bir yudum su içmiş Musa ardından. İşte bu çeşme de bugün Ab-ı Hayat Çeşmesi olarak adlandırılıyor. Öyle misafirperver bir halkı var ki yörenin, Antakya'nın yöresel ve muazzam lezzeti biberli ekmek ikram etmeyi ihmal etmediler.
Bir sonraki gün istikamet Samadağ oldu. Hatay'ın coğrafi olarak en uç noktası olan bu bölge Türkiye'nin en uzun kıyı şeridi aynı zamanda. Tarih boyunca antik Seleucia Pieria (Çevlik) limanına ev sahipliği yapan bu bölge antik Antakya'nın da deniz kapısı. Samandağ'dan pohur (buhur) alışverişi yapmayı ihmal etmedim.
Yazının en başında bahsettiğim Titus Tünelleri de tam bu bölgede yer alıyor. Dünyanın en eski tünellerinden biri olarak kabul edilen Titus (Vespasianus Tüneli), Roma dönemine ait bir yapı. Dağlardan gelen sel sularının antik limanı tahrip etmesini önlemek için yapılan bu tüneller yaklaşık bin üç yüz seksen metre uzunluğunda, altı metre genişliğinde ve ortalama yedi metre yüksekliğinde ve UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nde. Biz zamanımız kalmadığı için gitmedik ama hemen yüz metre ilerideki Beşikli Mağara'yı da (Kaya Mezarları) siz kendi planlarınız arasına ekleyin.
Gezinin En Güzel Kısmı: Antakya Mutfağı
Antakya mutfağı, 2017 yılında UNESCO tarafından Yaratıcı Şehirler Ağı - Gastronomi Kategorisi'ne dahil edilerek dünya çapında gastronomik mirasa sahip şehirlerden biri olarak tescillendi. Binlerce yıllık çok kültürlü yaşamın izlerini taşıyan bu mutfak özünde Türk, Arap, Ermeni, Rum ve Osmanlı mutfaklarının bir sentezi. Paylaşım odaklı bir sofra kültürüne sahip bu coğrafyanın çeşitliliği, hem lezzet hem de pişirme tekniklerine yansımış.
Her birini ayrı ayrı denediğim, Antakya'nın tadı damakta kalan lezzetlerini şöyle sıralayabilirim: tepsi kebabı, antakya döneri, oruk (içli köfte), humus, katıklı ekmek, biberli ekmek, sürk, tuzlu yoğurt, kağıt kebabı, belen tava. Bu liste böyle uzar giderken benim aklım hâlâ Antakya'nın enfes kahvaltılarında ve sadece Hassa bölgesinde bulunan Halebi ekmeğinde.
Benim Hatay seyahatlerimin devamı muhakkak gelir. Eh, bu yazı da sürekli güncellenir.